“ Orospu’nun ne çok ismi varmış bizde. Bir hocam dil dersinde patatesin
seksen adının olduğu bir tarım toplumundan bahsetmişti. Bir toplumda çok olan
şeyin çok adı olurmuş.”
-
“Pardon! Kusura bakmayın rahatsız ediyorum.
Bizim çok fazla eşyamız var. Ekstra kilolar için çok fazla para istiyorlar.
Rica etsem birazını siz alabilir misiniz?”
Amcaoğluyla birbirimize baktık. Olumlu olmakla birlikte
biraz da kararsız kaldık. İkimiz de ilk defa Schengen bölgesine geçecektik ve
problem çıksın istemiyorduk. Halden anlayan insanlar olduğumuz için kısa boylu,
orta yaşlı, hafif kilolu, çok güzel değil ama çirkin de diyemeyeceğimiz kadına
tamam dedik. Tamam dememizle birlikte Türkiye’den aldığı cam bardak, porselen,
tabak çanağı yanımıza yığdı. Kocası da yanındaydı ama hiçbir şeye karışmıyordu
dil bilmediği için. Uzun boylu, besili, ellili yaşlarında biriydi. Kadın sık
sık bize teşekkür ediyordu. Teşekkürleri kaygımızı giderememişti. Amcaoğluyla
küçük bir kritik yaptık hemen.
-
“Biz şimdi üç günlüğüne Hollanda’ya gidiyoruz.
Polisler demesinler bu çanak çömlek nedir. Sonuçta bizim adımız olacak bu ıvız
zıvırların üstünde” dedim.
-
“Haklısın. Kusura bakma tabak çanaklarını geri
al diyelim” dedi amcaoğlu.
-
“Dur hemen panik yapmayalım. Bir şey olmaz
herhalde.”
-
“Bela böyle bir şey işte. Nerden çıktı bu
kadın.”
Kadın telaşlıydı. Eşyaları çok ağırdı. Kendisine ekstra para
ödemekten kurtulamayacağını söyledik.
-
“Ya bunlar Hollanda’da çok pahalı; 1200 euro Türkiye’de
200 Euro. Burda çok ucuz. Bir de Türkiye’den almak ve sofrana koymak başka bir
duygu” dedi kadın.
-
“Hollanda vatandaşı mısınız?”
-
“Evet, 18 yaşından beri oradayım, vatandaşım”
Kadının şimdiki yaşını bilmediğim için kaç senedir orda
olduğunu anlayamadım. Kırk yaşında vardı. Yani en az yirmi yıldır Hollanda’da
olduğu kesindi. Kadın yaşını söylemekten çekinmiş ve böylece kendisini insafıma
bırakmıştı.
Uçak biletlerimizi gişeden almadan önce özel güvenlik
tarafından pasaport ve vizelerimiz kontrol ediliyordu. İstanbulda’ki IŞİD
saldırılarından sonra güvenlik önlemleri arttırılmıştı. Üç özel güvenlikten
biri işgüzar bir adamdı. Problem yaratmak için çok uğraşıyordu. Bir karı-kocayı
kenara çekti. Her hallerinden problemsiz tipler olduğu belliydi. Nasıl belliydi
diyeceksiniz. Belliydi işte. Eğer onlar şüpheliyse biz hayli hayli şüpheliydik.
Hatta biz şüpheli bile değil direkt suçluyduk.
Kenara çekilen çifti özel güvenliğin elinden kurtarmak için
çiftin katıldığı turun rehberi geldi. Güvenlik rehberden de pasaportunu
göstermesini istedi. Rehberin pasaportu aldığı vizelerden delik deşikti ama
böyle olması güvenliği ikna etmiyordu. Teröristlerin bu güvenliği geçebilmesi
için birkaç militanını daha feda etmesi gerekiyordu. Uzun uzun inceliyordu
pasaportu. Rehber bu durumdan mutlu olmadığını oflayarak puflayarak
gösteriyordu ama bu sorunu çözmek yerine uzatıyordu. Güvenlik çifti rahat
geçirme konusunda ikna olmamıştı. Kesin bize de bir problem çıkaracaktı.
‘Çingeneyi padişah yapmışlar önce babasını kesmiş’ diye bir
söz var ya hani. Bu sözde çingeneye ayıp etmişler. Çingeneyi aşağılamışlar.
Belki gerçekten de kesmiştir babasını Çingene. Peki diğer ırklar padişah olunca
insanlara çiçek mi dağıtmışlar. Onlar da kardeşlerini kesmişler, kendisinden
olana olmayana kan kusturmuşlar. Bir de utanmadan kendi suçlarını Çingene’ye
yükleyip aşağılamışlar. Tarihte benim bildiğim, duyduğum bir Çingene padişah
yok. Şimdi burda Çingenelik yapmak istemiyorum! ama haksızlık etmeyelim
kimseye. Bizim güvenliğin meselesi de Çingene’nin muhabbeti gibi. Adam babasını
değil ama bizi kesecekti.
Sıra bize geldi. Pasaportlarımızı istedi. Baktı. Uzun uzun
bakmadı. Tamam dedi. Problem çıkarmadı. Yaşasın Çingeneler!
Hollandalı çiftle birlikte bagajlarımızı teslim etmek için
banta bıraktığımızda görevli kırk kilo fazlamız olduğunu ve bunun için 120 euro
ödememiz gerektiğini söyledi. Kadın ne yapacağını şaşırdı. Gidip sırada
bekleyen başka yolculara rica etti yükünü paylaşmaları için. Kabul etmiyordu
kimse. Bekliyorduk. Amcaoğluyla biribirimize “Şansımızı sikeyim” der gibi
bakıştık. Bizim bagajımız çok hafifti, hemen geçmemiz gerekirken problem sahibi
olmuştuk. Fazla kilolarımız vardı. Fazla kilolar her zaman problemdi. Kadının
Hollandalı kocası karısı çırpınırken kımıldamadan ve hiçbir şey söylemeden
yanımızda duruyordu. “Dil bilmiyor adam, ne yapsın” diyeceksiniz. Tamam da
adamın yüzünde en ufak bir kaygı bile yoktu. Yardım edecek kimseyi bulamazlarsa
120 euro ekstra para vereceğinden haberi
yoktu herhalde. Kadın sevinçle yanımıza geldi. Birilerini bulmuştu.
Biletlerimizi aldık. Kadın bize çok teşekkür etti ve
Hollanda’da olur da ihtiyacımız olur diye bize telefon numarasını verdi.
-
“Olur da bir problem, bir ihtiyacınız olursa
ararsınız. Yalnız geceleri aramayın erken yatıyorum, çocuklar çok yoruyor”
Sadece gündüz problemlerimiz için kadının numarasını aldım.
-
“Belli olmaz abi, belki bir problem olur.
İngilizce derdimizi anlatamazsak kadını ararız adamlarla konuşur” dedim
amcaoğluna.
Amacaoğluyla bir problem bekliyorduk hep. Eminim canlı bomba
olan bir militan bizden daha rahattır. Eğer bir canlı bomba olsaydım, o
gerginlikle biri adımı sorsa kendimi patlatırdım.
Uçağımızı beklemek üzere kapıya, bekleme salonuna geçtik.
Uçak on beş dakika rötar yapmıştı ve salon tıklım tıklımdı. Etrafta türbanlı
teyzeler dolanıyordu. Bir an ‘Hollanda’ya gitmiyor muyuz acaba’ diye şüpheye
düştüm. Amsterdam değil Elazığ tipolojisi vardı salonda. Amcaoğluyla hemen bir
durum değerlendirmesi yaptık yine.
-
“Bak amcaoğlu bunların hepsi Hollanda
vatandaşıdır kesin. Zamanında gitmişler, vatandaşlık almışlar şimdi de” dedim.
-
“Hiç Hollandalı olamamışlar ama. Hepsi İnek
çobanlığı yapıyordur orda kesin!”
Bagajlarına yardımcı olduğumuz çift ile tekrar karşılaştık.
-
“Amsterdam’a ilk defa mı gidiyorsunuz” diye
sordu kadın.
-
“Evet” dedim.
-
“Ne kadar kalacaksınız?”
-
“üç gün”
-
“Ama üç gün çok az Amsterdam için.”
-
“Öyle ama çok fazla zamanımız yok. Ordan daha
Paris ve Berlin’e geçecez. Bu arada Amsterdam’da kaç havalimanı var”
-
“Bilmiyorum ki”
Kadın hemen kocasına sordu.
-
“Bir tane varmış” dedi.
On sekiz yaşından beri orda ama Amsterdam’da kaç havalimanı
olduğunu bilmiyordu. Kocası da sürekli nereleri gezmemiz gerektiği konusunda
fikir veriyordu. İyi, tatlı bir adamdı.
-
“Çocuğum var dediniz, kaç tane?” diye sordum.
-
“ Yedi çocuğumuz var. Aslında benim dört,
kocamın üç. İkimizin de ilk evliliklerinden.”
Amcaoğlum kadını hiç beğenmemişti ve kafasında taşlar yerine
oturmuştu.
-
“Ben de diyorum adam neden bu çirkin kadınla
evlenmiş. Çocuklarına bakıcı almış adam” dedi.
-
“Adam da yaşlı oğlum, kadın ona göre çok genç.
Adam daha şanslı”
-
“Adam bagajlara 120 euro verseydi kadını boşardı
kesin.”
Ben adamı kadına , amcaoğlum da kadını adama layık
bulmuyordu. Çiftler uyum içinde olmalıydı. Bir çirkin bir güzel ile
evlenemezdi. Bir zengin bir fakirle, bir üniversiteli de okumamış biriyle
evlenemezdi. Buna toplum olarak biz karar veriyorduk. Hatta ağıt dolu türküsünü
yaptık bunun “ Bir güzeli bir çirkine vermişler, neyden neyden geceden, şavkı
vurur pencereden bacadan, dağlar üşümüş, yollar kış imiş” diye tıngır mıngır
devam eden bir türkü.
Hollandalı çiftle sohbet ederken hemen arkamızda duran
türbanlı, uzun pardüsülü, elinde çocuk arabasıyla bekleyen teyze de sohbete
katıldı.
-
“Hollanda çok güzel ama eskisi kadar değil”
dedi.
-
“Neden?” diye sordum.
-
“Irkçılık başladı yabancılara karşı.”
Yedi çocuklu, dördü onun, kadın da onayladı söylediklerini.
Biraz şaşırmıştım.
-
“Nasıl yansıyor ırkçılık size”
-
“Laf atıyorlar. Mesela çocuklarımıza okulda ‘Pis
Türkler, ülkenize gitsenize’ diyorlar” dedi türbanlı kadın.
-
“Hadi ya, kötüymüş”
-
“Ama Allah’ıma şükür her yerde Türklüğümüzü çok
güzel temsil ediyoruz. Başım dik, Türklüğümle gurur duyuyorum”
-
“Yani gurur duyma değil de utanılacak bir şey
yok”
-
“Ben de onu diyorum. Allah’ıma şükürler olsun ki
uatnılacak bir şeyimiz yok. Türklüğümle gurur duyuyom”
Türklüğüyle o kadar gurur duyuyordu ki Türk pasaportunu atıp
Hallanda pasaportunu almıştı. Türkiye’de en az elli milyon gururlu Türk’le
yaşamak varken bu şansı tepip neden Hollanda’ya gidiyordun teyze? Bir de
Türklüğü nasıl temsil ediyordun: Bilm? Atletizm? Sanat? Uzun atlama?...
Gururlu teyze’den ayrıldıktan sonra Amcaoğlum,
-
“Bu kesin inek çobanıdır” dedi.
Uçakta amcaoğluyla birlikte sarışın, mavi gözlü, genç
birinin yanına oturduk. Kocaman gözlükleri vardı. Okuyan bir tipe benziyordu.
“Merhaba “ dedim. “Merhaba” dedi. Ucuz ve kötü bir havayolu şirketiyle
uçacaktık. Ucuz olan her zaman kötüydü. Para kazanma kabiliyeti olmayan
insanlar rahat uçamazlardı. Uçağımız havalandı.
Amsterdam’ı göreceğim için heyecanlıydım. Üç saat gibi bir
yolculuğumuz vardı. Zaman geçirmek için yanımdaki gençle tanışıp sohbet etmeyi
seçtim.
-
“İş için mi yoksa gezme amaçlı mı gidiyorsun
Amsterdam’a?”
-
“Okul için. Immm! Ben Türk değilim. Almanya’da
okuyorum.”
-
“Hadi ya! Türkçe telafuzun çok iyi”
-
“Immm! Türkiye’ye çok gidip geliyorum Sekiz ayda
öğrendim biraz”
-
“Biraz mı! Çok iyi konuşuyorsun. Sekiz ayda hem
de. Bravo. Alman mısın?
-
“Immm! Kanadalıyım. Daha doğrusu Rus’um. Yani
annem-babam Rus. Zamanında Kanada’ya göçmüşler. Ben Kanada’da doğdum.”
Çok sevimli biriydi Rus asıllı Kanadalı genç. Ayağında
yırtık bir kundura, üstünde ortası delik bir kadife pantolon, yırtık bir ceket,
delikli bir tişört vardı. Giydiği her şeyde mutlaka bir delik vardı.
-
“Ne okuyorsun?”
-
“Hamburg’da Siyaset Bilimi ve Türkoloji
okuyorum.”
-
“Ailen nerde?”
-
“Kanada’da”
-
“Sen neden Kanada’da kalıp okumadın”
-
“Kanada’da okula başladım ama bitiremedim. Çok
pahalı okullar. Hala 4000 dolar borcum var. Almanya’da üniversite ücretsiz”
Genç adam kafamızdaki Kanadalı tipolojisine uymuyordu. Bizim
için oralar zenginlik demekti ama gencin ayağındaki ayakkabıyı bizim inşaat
işçilerimiz çalışırken giyiyordu. Amcaoğlum hayretle bakıyordu kendisine,
-
“Kanada’yı gözümde beş paralık etti bu adam”
dedi.
Peki Türkiye’de ne işi vardı bu Kanadalının,
-
“Bir arkadaşım vardı İstanbul’da. Onun yanına
geldim ve sevdim burayı.”
-
“Nerde kalıyordun İstanbul’da?”
-
“Okmeydanı”
-
“Okmeydan’ında kaldın ve çok sevdin Türkiye’yi?”
-
“Evet. Hem çok ucuz Türkiye. Çiğ köfte çok ucuz.
Dürüm çiğköfte çok yiyordum.”
Cebinde Türk pasaportu olmayanlar Türkiye’yi çok seviyordu.
Çünkü istedikleri zaman Türkiye’den kurtulma şansları vardı.
-
“Biz Kürt’üz. Kürtleri duydun mu hiç?”
-
“Aaa! KurdÎ nizanim!(Kürtçe’Kürtçe bilmiyorum’
diyor)
Amcaoğluyla güldük. Hoşumuza gitti bu cevabı.
-
“Arkadaşımla trenle 72 saatte Batman’a gittim.
Tren çok ucuz ve geniş oturmak için.”
-
“Mardin’e de gittin mi. Mardin daha güzel
Batman’dan. Mardinliyiz biz”
-
“A evet Mardin’i duydum ama gidemedim. Orda oturan
bir arkadaşım yok.”
-
“Bundan sonra var. Bir daha geldiğinde ara bizi.
Yaz istersen telefonumu”
Kanadalı eski bir telefon çıkardı cebinden. Yırtık ceketine
uygun bir telefondu bu. Şarzı bir hafta süren, sadece mesaj atma ve arama
özelliği olan eski küçük bir telefon. Şarz aletini kaybetse, bataryası bozulsa yenisini
bulamazdı piyasada. Kanadalı sadece arkadaşlarının olduğu yerlere
gidebiliyordu. Çünkü otele verecek bir parası yoktu.
-
“Ailenden para alıyor musun?”
-
“A hayır. Hiç para almıyorum onlardan çünkü
onların durumu da çok iyi değil.”
-
“Nasıl geçiniyorsun peki?”
-
“Kafelerde falan çalışıyorum”
-
“Hem okuyup hem nasıl çalışıyorsun?”
-
“Her zaman çalışmıyorum. Sadece paraya ihtiyacım
olduğu zaman çalışıyorum”
-
“Her zaman paraya ihtiyacı vardır insanın.”
-
“A Hayır. Benim hiç paraya ihtiyacım olmuyor.
Elbise almıyorum çok. Sadece yemek, kira ve kitap için para harcıyorum. A bazen
çeviri de yapıyorum. Altı dil biliyorum ben?
-
“Hangi dilleri?”
-
“İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Almanca,
Rusça ve eğer sayarsak Türkçe”
-
“Kaç yaşındasın sen?”
-
“23”
Adam altı dil biliyordu ve üstünde delik olmayan bir elbisesi
yoktu. Bu dillerle Türkiye’de en az 5-6 bin lira maaşa iş bulunurdu.
-
“Adın neydi?”
-
“Yaqup. Dini bir isim.”
Amsterdam’ın üzerinde uçuyorduk şimdi. On dakika sonra
inecektik. Amcaoğluyla meraklı bir şekilde uçaktan aşağıya bakıyorduk. Aşağıda
dümdüz, yemyeşil bir doğa ve bir sürü de rüzgar gülü vardı.
-
“ Çok güzel ya.”
-
“Klasik Avrupa işte!” dedi Yaqup.
-
“Beğenmiyor musun Avrupa’yı?”
-
“Çok değil”
-
“Okmeydanı’nı beğenip burayı beğenmiyor musun
yani?”
-
“Belki de ben güzellik sevmiyorum. Neyse boşver
ya” deyip güldü.
-
Amsterdam’ı gezdin mi daha önce Yaqup?”
-
“Rotterdam’da arkadaşım vardı onun yanına
gitmiştim. Amsterdam’da arkadaşım olmadığı için oraya gitmedim.”
-
“Şimdi nereye gideceksin?”
-
“Amsterdam için binmedim uçağa. Trenle Hamburg’a
geçecem burdan. Direkt uçaklar pahalı ve benim bagajım çok. Bagaj parası
ödeyemem. Ama Trenlerde istediğin kadar bagaj yükleyebiliyorsun ve tren
biletleri çok pahalı değil. Burdan daha 8-9 saat yolum var.”
Rüzgar güllerine hayranlıkla bakmaya devam ediyorduk
amcaoğluyla.
-
“Rüzgar gülleri aslında çok da iyi değil.” Dedi
Yaqup.
-
“Neden?”
-
“Her rüzgar gülünde çok malzeme kullanılıyor ve
bunlar elli yılda bir eskiyor ve değiştirilmesi gerekiyor”
-
Ne yapsınlar peki?”
-
“Bilmem.”
Yaqup’un bu tavrını sevmiştim. Bilmediği bir konu hakkında
ahkam kesmiyordu ve sadece kaygısını dile getiriyordu. Rüzgar gülleriyle ilgili
daha önce de olumsuz bir kaç şey duymuştum. Biraz araştırınca çok da zararsız
bir yenilenebilir enerji olmadığını gördüm. Ekolojik tahribatlara sebep
olmasının yanı sıra insan sağlığı üzerinde de ciddi hastalıklar doğurabilirmiş
ilerde. Nükller ve hidroelektrik santrallere göre daha iyi diyebiliriz ama.
Uçağımız indi. Avrupa Birliği vatandaşı ve Avrupa’da oturma
izni olanlar çok rahat pasaport kontrolünden geçip gidebiliyorlardı. Yaqup’la
vedalaştık ve o çok rahat kontrolden geçip gitti. Biz Avrupa Birliği vatandaşı
olmayanlar ise bir saatte ancak geçebildik kontrolden. Avrupa Birliği
vatandaşlarıyla uçakta yanyana oturabiliyorduk ama yanyana aynı kapıdan
çıkamıyorduk.
Otelimize yerleştik. Akşam olmak üzereydi. Uçağımız hem geç
kalkmıştı hem de pasaport kontrolünde çok zaman kaybetmiştik. Eşyalarımızı
otele bırakıp hemen Amsterdam merkezine gitmek için otelden ayrıldık.
Amsterdam’da dikkatimizi çeken ilk şey bisikletler oldu. Her
taraf bisikletti. İnsanlar sürüler halinde bisikletlerle yanımızdan geçiyordu.
Hollanda bisikletlerinin methini zaten duymuştuk ama çıplak gözle görmek
gerçekten farklı bir deneyimdi. Büyük, küçük, yaşlı, takım elbiseli, mini
etekli, eşofmanlı hiç farketmiyordu, herkes bisiklete biniyordu. Böyle bir
manzarayı görünce ister istemez kendi ülkenle karşılaştırıyorsun. Bir gün
annemle İstanbul trafiğinde ilerlerken bisiklete binmiş olan ellili yaşlarında
bir adam trafiği biraz aksamasına sebep oldu. Herkes kornalara basarak adama
rahatsızlıklarını ‘medeni’ bir şekilde iletti. Medenice derken yani kimse
arabasından inip adama silah ya da levye ile saldırmadı. Annemin de canı
sıkılmıştı ve o da rahatsızlığını“ Bak katır kadar adam gitmiş bisiklete
binmiş.” Diyerek dile getirmişti.
Bisikletleri görünce Simon Kuper’in kült kitabı ‘Futbol Asla
Sadece Futbol Değildir’de anlattığı bir anektod geldi aklıma. 1988 Avrupa
Şampiyonası’nda Hollandalılar yarı finalde Alman’ları eleyince Leidseplein Meydanı’nda
Amsterdamlıların bisikletlerini havaya atıp ‘Yaşasın, bisikletlerimizi geri
aldık’ diye bağırdıklarını söylüyor Kuper. Çünkü Alman’lar İkinci Dünya Savaşı’nda
Hollanda’yı işgal ettikleri zaman tüm bisikletlerine de el koymuşlardı. Bu,
tarihteki en büyük bisiklet hırsızlığı sayılmaktadır ayrıca.
Aslında en çok görmek istediğim yer Anne Frank’ın eviydi.
Anne Frank on dört yaşında genç bir yahudi kızdı. (Türkçe’deki ‘anne’ ile
karıştırdığım için ilk okuduğumda büyük bir kadın sanmıştım. Kızın asıl ismi
Annelies ama kısaca Anne diyorlardı.) 1929 yılında Almanya’da doğan Anne,
Nazilerin iktidara gelmesinin ardından 1933’te ailesiyle birlikte Hollanda’ya
göç etmiş. Naziler Hollanda’yı işgal edince babası Otto Frank ailesinin
saklanabilmesi için şirketin odalarından birinde gizli bir bölme inşa etmiş.
Frank ailesi ve onlardan başka dört kişi daha 1942’den ihbar sonucunda
tutuklandıkları 4 Ağustos 1944’e kadar bu Arka Ev’de saklanmışlar. Anne Frank,
saklandıkları iki yıl boyunca günlükler tutmuş ve hikayeler yazmış.
Günlüklerinin ve hikayelerinin hepsi olmasa da birazı kurtulmuş. Anne Frank’ın
günlüğü sayesinde yaşadıkları dramı ve Nazi zulmünü daha iyi anlayabiliyoruz.
Arka Ev’den Hatıralar ve Hikayeler diye Türkçe’ye de çevrilen bu kitap dünya
çapında altmış dile çevrilmiş ve hep en çok satanlar listesinde olmuş. Anne
Frank’ın Amsterdam’daki bu evi şimdi müze. Bu müzeyi görmek planlarım
arasındaydı.
Tekneyle kanal turu yapmak için amcaoğluyla hemen iki bilet
aldık. İnanılmaz bir iştahla etrafımıza bakıyorduk. Her şeyi görmek, keşfetmek
istiyorduk. İnsanın yeni bir şey tanıma, görme karşısındaki heyecanı çok
acayipti. Çocuk gibiydik.
Kanal turu müthişti. Amsterdam şiir gibi bir yerdi. Su
üstündeki evleri harikaydı. Gezerken “İnsan burda zevkten ölür” diyorsunuz. Birine
bir kalem verin ve “bana çok güzel, masal gibi bir şehir çiz” deyin, bu kadar
güzel çizemez. Lütfen arkadaşlar aklınızdan kötü düşünceleri atın, Hollanda
Kültür Dairesi’nden bu övgülerim için herhangi bir para almıyorum.
Amsterdam’a baktığım zaman akıl görüyordum. İnsanına düşman
olmayan ve gerçekten onların iyiliğini isteyen bir yönetim vardı. Daha doğrusu
orayı o insanların yönettiğini görüyorsun. Çünkü her şey onların zevki ve
rahatlığı içindi.
Red Lights’a gittik. Amsterdam’ın ünlü gece hayatının olduğu
yer. Kırmızı ışıklı cam mekanlarda hayat kadınları iç çamaşırlarıyla seksi
hareketlerle biz değerli müşterilerini içeriye çekmeye çalışıyordu. Dikkat
ederseniz ‘hayat kadını’ dedim. Orospu, fahişe, kaltak, kahpe, sürtük, zilli
vs.. demedim. Orospu’nun ne çok ismi varmış bizde. Bir hocam dil dersinde
patatesin seksen adının olduğu bir tarım toplumundan bahsetmişti. Bir toplumda
çok olan şeyin çok adı olurmuş.
Red lights’ta gezen kadınlar da vardı. Sadece erkekler
yoktu. Çok şaşırdık amcaoğluyla, hatta biraz utandım bile diyebilirim. Ama
onlardaki rahatlığı görünce biz onlardan daha da rahat davranmaya başladık. Eşi
ve çocuklarıyla gezen aileler vardı. Seks müzesi vardı. Canlı sekslerin olduğu
tiyatrolar ve bu gösteri için sırada bekleyen kadınlar, çiftler vardı.
Türkiye’de olsa sokağa giren bir kadın o sokaktan çıkamazdı herhalde. “Erkeklerle
aynı otobüse binen kadın seks istiyordur” diyen yöneticilerimiz var bizim.
Red lights’ta esrar kokusundan başımız döndü. Sadece o sokak
değil neredeyse tüm Amsterdam akşam esrar kokuyordu. Esrar içmenin serbest oldu
bir yerdi Hollanda.
Yorulduk ve otelimize dönmek üzere metroya bindik. Metroya
gidişte turnikeler yoktu, bilet kontrolü yapan kimse de yoktu. Vatandaşına
güveniyordu belediye. Bize güvenmelerine şaşırıyorduk. Amsterdam’daki üç
günümüzde de kontrol olmamasına rağmen her zaman biletimizi aldık. Bizdeki
turnikeleri ve başlarında bekleyen özel güvenliği getirdim gözümün önüne, sonra
“Hırsız herkesi hırsız zannedermiş” lafı geldi aklıma.
İnmemiz gereken durağı kaçırdığımız için Rotterdam’a kadar
gittik. Amsterdam’a kırk beş dakika uzaklıktaydı. Ordan tekrar bilet alıp
dönmek zorunda kaldık. Metro’da bir ihtiyar ile tanıştık. Yaşlı, zayıf sevimli
bir ihtiyardı.
-
“Hangi ülkedensiniz?” dedi ihtiyar.(ingilizce)
-
“Türkiye” dedim.
-
“İstanbul, Adana, Gaziantep, Bursa” diye saymaya
başladı.
-
“Ooo! Biliyorsun Türkiye’yi, ne zaman
gitmiştin?”
-
“ yirmi yıl önce falan”
-
“Sevmiş miydin?”
-
“Evet, güzeldi.”
-
“Mardin’e de gittin mi, Mardinliyiz biz. Kürdüz”
-
“Kürt mü?! Kürtleri biliyorum. Kürdistan dört
parçadan oluşuyor. Irak, Suriye, İran ve Türkiye Kürdistan’ı var. Savaş var
orda ve savaşın tek kazananı savaş endüstrisi. İnsanlar bir şey kazanmıyor.
Ermenistan’a da gittim ben”
-
“Vaay! Bölgeyi iyi biliyorsunuz”
-
“Evet. Yoga hocasıyım ben. Dokuz yıl
Hindistan’da yaşadım. On dört yıldır sadece salata ve meyve yiyorum”
-
“Bravo”
-
“Sizce kaç yaşındayım ben?”
-
“Bilmem, çok yaşlı değilsin ama” dedim ama adam
seksen yaşında gösteriyordu.
-
“Yetmiş iki yaşındayım ben”
-
“Yetmiş iki mi! hiç göstermiyorsunuz”
-
“On dört yıldır salata ve meyve yiyorum sadece”
Durağımız yaklaşıyordu. Ayağa kalktık. O da ayağa kalktı ve
cüzdanından küçük kartlar çıkardı bize vermek için.
-
“Bunlar ne?”
-
“Benim size hediyem olsun bunlar”
Üzerinde mistik çizimler olan şirin kartlardı. Amsterdam’da
birkaç dilenciyle de karşılaştığımız için ihtiyar da para mı istiyor acaba diye
düşündüm.
-
“Para istiyor musun bunlar için?”
-
“Yok hayır, bunlar hediye”
-
“Çok teşekkürler, çok incesiniz”
Durağımıza gelmiştik. İnerken “Seni unutmuycaz” dedim.
Amcaoğluna ihtiyarın söylediklerini anlattığımda,
-
“Et bulamıyorum yemeye demiyor da yok salata
yiyorum diyor. Kaç yaşında adam uğraştığı işlere bak. Nedir bu kartlar?! Yetmiş
yaşında adam kaybolacak, ölecek bu yollarda. Sahip çıkacak oğlu falan yok mu
ki!” diyerek Anadolu toplumsal gerçekçilik bakışını Hollanda’ya uyarladı.
Kanal turunda Anne Frank’ın müze olan evini de görmüştük.
Evin önünde inanılmaz bir kuyruk vardı. Kuyrukta beklemekten nefret ettiğim
için yarına erteledim. Yani ilk gün gidemedim.
Ertesi gün de sabah erkenden uyanıp Amsterdam’ı gündüz
gözüyle karış karış gezdik. Dünyaca ünlü Rijks ve Van Gogh müzelerini gezdik.
Sanat tarihi kitaplarında gördüğüm resimleri canlı olarak görüyordum. Tıklım
tıklımdı müze. Öğretmenler öğrencileriyle birlikte sanat derslerini müzede
işliyorlardı. Kendi okuduğum lise geldi aklıma. İlçemizde bir tane bile tarihi
yapı yoktu ve sanat tarihi derslerinde öğretmenimiz tonoz, şadırvan, revak diye
bir şeyler anlatıyordu ama anlamadığımız için bu kimsenin ilgisini çekmiyordu.
Zaten sanat tarihi önemsiz bir ders olduğu için tarih öğretmenimiz giriyordu
ona da. Ne anlattığını o da bilmiyordu. Bunun yanı sıra Sanat Tarihi okuldaki
en basit dersti. Herkes en yüksek notu alıyordu. Çünkü öğretmen sınav öncesinde
bize on soru veriyordu ve bunlardan beşini sınavda soracam diyordu. Sonra da
hepimiz sanatçı olduk.
Tüm gün yirmi kilometre yol yürümüştük ve çok yorgunduk.
Akşam biraz daha gezdikten sonra otelimize döndük.
Gündüz yine Anne Frank’n evinin önünden geçmiştik ama yine
çok kuyruk vardı. Kuyruğa girmeyi göze alamadık. Yarın gideriz artık dedik.
Anne Frank’ın evine hemen gitmemem bir artıydı aslında.
Çünkü bu arada kitabını da okuyordum. Kitabını okudukça da ününün sadece
öldürülmüş olmasından gelmediğini anladım. On dört yaşında çok iyi bir
edebiyatçı vardı karşımda. Yaşına göre çok olgun düşünceleri vardı ve yazdığı
hikayelerde kalemi çok iyiydi. Mesela 22 Şubat 1944 yılında salı günü
günlüğünde Peter denen kişiyi şöyle tarif etmiş “ Peter için hafta içi ve pazar
günü kıyafetleri arasında büyük fark var. Hafta içi hep Tulum giyiyor. Bu
zavallı tulumun sık sık yıkanmasına karşı olduğu için, onun ayrılmaz bir
parçası olduğunu söyleyebiliriz. Bunun gerekçesi olarak aklıma, en sevdiği
tulumun fazla yıkanırsa eskiyeceği ve giyilmez hale geleceğinden duyduğu
korkudan başka bir şey gelmiyor. Her halükarda şimdi yeni yıkanmış durumda ve
renginin mavi olduğu görülüyor. Tulum gibi diğer ayrılmaz bir parçası olarak
boynunda mavi bir atkı var. Belindeki kalın deri kemer, ayağındaki beyaz yün
çoraplar sayesinde insanlar pazartesi, salı ya da hafta arası hangi gün olursa
olsun bu kıyafetinden Peter’i tanır. Pazar günleri ise kıyafetleri adeta
yeniden doğar. Şık bir takım elbise, boyalı ayakkabılar, gömlek, kravat, her
şeyi saymama gerek yok, herkes münasip bir kıyafet denince ne kastedildiğini
bilir” Ayrıca Peter’in yakışıklı biri olduğunu da söyleyen Anne “ …yüzleri tarif
etmekte pek başarılı değilim, onun için savaş bittikten sonra buraya bir
fotoğrafını yapıştıracağım ki kalemle tarif etmek zorunda kalmayayım” diyor.
Anne Frank’ın hikayeleri gerçekten çok iyiydi. Nitekim
kitabın tanıtım yazısında Anne Frank, erken yaşta ölen Vergilius, Shelley,
Kafka, Hooft, Jacques Perk gibi önemli edebiyatçılara benzetiliyordu.
Ertesi gün amcaoğluyla Amsterdam’a yakın kasabaları gezdik.
Günlük bir otobüs bileti aldık ve her yeri otobüsle gezdik. Otobüsleri
genellikle boş oluyordu. Masal gibi kasabalarda gezdik. Her şey çok güzeldi ama
dışarda insan görmek çok zordu. Olanlar da ihtiyarlardı genellikle. En zor şey
ise sokakta çocuk görmekti. Burda yaşasam sıkılmamak için on çocuk yapardım
herhalde diye düşündüm.
Kartpostal gibiydi her yer. Amcaoğlum bir gün öncesinde
gezdiğimiz müzelerdeki resimlere atıfta bulunarak “ Burda ressam olmayanı
döveceksin zaten” diyerek mekan ve sanat arasındaki ilişkiye vurgu yaptı.
Otobüsle Amsterdam’a dönerken ihtiyar bir adamla konuştuk.
-
“Amsterdam güzel ama çok kalabalık” dedi adam
-
“Biz İstanbul’dan geldiğimiz için bize kalabalık
gelmedi.” Dedim
-
“Ah evet. İstanbul daha kalabalık.”
-
“Çinli bir öğrenciye hocası sormuş ‘İstanbul’u
sevdin mi, nasıl?’ diye. Çinli de ‘çok güzel ama biraz tenha’ demiş” dedim.
İhtiyar çok güldü. Hollandalılara kendimi sevdirmiştim sanırım. İki günde
adapte olmuş şakalar yapıyordum. Beni özleyeceklerdi.
Bütün gün yine çok yrümüş ve yorulmuştuk. Amsterdam’da bir
kafeye oturduk. Anne Frank’ın evini görebiliyordum. Yine önü çok kalabalıktı ve
kuyruk vardı. Kahveyle birlikte kitabını okudum yine biraz evini ziyaretten
önce. Çok akıllı bir kızdı. ‘Neden’ başlıklı bir yazısı vardı mesela. ‘Neden’
sözcüğünün öneminden bahsediyordu ve bir yerde şöyle yazıyordu “Bence
insanların yaptığı en büyük korkaklık, kendi hata ya da eksikliklerini (ki her
insanda vardır) kendine itiraf etmemektir. Bu hem çocuklar hem de yetişkinler
için geçerlidir. Bu konuda yaşın önemi yoktur. Bir çok kişi ebeveynlerin
çocuklarının kişiliklerini olabildiğince şekillendirebilmek için onları iyi
yetiştirmeleri gerektiğini düşünebilir ama bu kesinlikle doğru değil. Küçük
yaştan itibaren çocuklar kendilerini yetiştirmeye ve karakter sahibi olmaya
çalışmalıdır.” Ön dört yaşında bir genç kız söylüyor bunu.
Amcaoğluyla müzedeki kuyruğa baktıktan sonra birbirimize
baktık ve müzeyi gezme gücünü kendimizde bulamadık. Otele dönmek üzere metroya
gittik. Evet arkadaşlar müzeye gitmedim, gidemedim. Ama otele dönerken yolda kitabı
okumaya devam ettim. Şöyle bir şey yazıyordu bir hikayesinin sonunda:
“ Dünyada yeterince yer, zenginlik, para ve güzellik var.
Tanrı herkes için yeterince yaratmıştır! Haydi, hep beraber bunları adaletli
bir şekilde paylaşmaya başlayalım”
Maalesef paylaşamıyoruz sevgili Anne, seni de tutuklayıp
toplama kampında öldürüyoruz. İnsanları senden kurtarıyoruz.
26 Ekim 2016 PAT
patoyku@gmail.com
www.facebook.com/pat.oyku
www.facebook.com/pat.oyku